Post Image

Fight Club – Tüketim Kavgası

Uzun zamandır aklımda olan bir saygı duruşu olacak bu yazı. Şahsen “sanat insanlar için yapılır” diyenlerdenim. Bu tartışmaya şu an girmenin faydası yok ancak sanatı sanat için yapanlara da ayrı bir saygı duymamak elde değil çünkü sanatın insanlar için yapılması fikrimin temelinde sanatın sanat için yapılmasını savunanların savunmasına benzer bir yaklaşım yatıyor. Sanat insanlar için, insanlık ve gelişimi için kullanılmalıdır.

Herhangi bir sanat eseri sırf insanlar beğensin, eğlensin diye yapılmamalıdır. Sanatçının temel özelliği fikir belirtmesidir. Fikirsiz sanat olmadığı gibi, etkisiz kalan eser de sanat olmamış olur. Sanatın toplumsal ve dönemsel olaylar ile evrimini sürdürmesi de bunun bir göstergesidir. Bu temel sebepler ile bakıldığında yaygın kullanım şekli ile “pop” (kelime anlamı gereği kullan-at ürünler) herhangi bir müzik, film veya akım aslen sanat olmamış oluyor benim gözümde. Sanat olmamak güzelliklerinden bir şey kaybettirmese de, değerlerini düşürüyor.

Değindiğim saygı duruşumu bu yazıda “Fight Club” (Dövüş Klübü) filmine adamak istiyorum. Yönetmen David Fincher’ın sinematik başarısından ziyade selamlarımı filmin senaryolaştırıldığı kitaba ve kitabın yazarı Chuck Palahniuk’a göndermek istiyorum. Kitabı okumamış olsam da okumuş kadar olduğumu hissettiren Fincher’a yine de ayrı bir teşekkür etmek şart elbette.

ÖNEMLİ NOT: Yazının bundan sonrası filmi henüz izlememiş olanlar için seyir keyfini kaçırabilecek yorumlar içerir. Sonuç olarak filmin sonu veya belirli ayrıntıları önceden bilinmek istenmeyebilir. Eğer öyleyse okumayın…

.

Bazıları filmi hayatlarından bezen insanların takıldığı anarşist bir kavga topluluğunu ve bu topluluğun şizofren lideri olan kahramanımız ile ilgili, karanlık, vurdu kırdılı bir film olarak hatırlayabilir. Halbuki aslında öykünün konusu, vermek istediği mesaj ve içerisinde geçen ayrıntılar şiirsel ve en az şiirsel olduğu kadar düşündürücüdür. Bir yazıda bütün filmin veya hikayenin üzerinden geçmek okunabilirlik açısından internet ruhuna aykırı olacağından elimden geldiğince kısa ve öz varmak istediğim noktaya ulaşmaya çalışacağım.

Film içerisinde en güzel esprilerden birisi kahramanımızın isminin asla bilinmemesi. İsmi aslen verilmeyen kahramanımız bu sayede herhangi birisi, sensin, belki de benim.

Kahramanın uyuyamama (insomnia) hastalığına bulduğu çözümün haftanın her günü değişik bir ölümcül hastalık dayanışma grubuna gitmek olması düşündürücü. İnsanların kanser gibi tedavisi olmayan, ölümcül hastalıkları ile mücadele etmesini ve rahatlamasını sağlama amaçlı bu toplantılar kahramanımızın tedavisi oluyor. Gel gör ki onun ne kanseri var ne de somut bir hastalığı… Kahramanın asıl ölümcül hastalığı aslında tüketim toplumunda kaybolmuş olan hayatı.

“We have no Great War. No Great Depression. Our great war is a spiritual war. Our great depression is our lives.”

“Bizim Büyük Savaş’ımız (1. Dünya Savaşı) yok. Büyük Buhran’ımız (1910lardaki ekonomik kriz) yok. Büyük savaşımız ruhani bir savaş. Büyük buhranımız hayatlarımız.”

Kahramanın şizofreni ile yaşadığı Tyler Durden her ne hikmetse doğruları gözümüze sokan, biraz isyankar ve anarşist olsa da yaptıklarıyla değil, söyledikleriyle hatırlanması gereken kişilerden…

“We are by-products of a lifestyle obsession. Murder, crime, poverty, these things don’t concern me. What concerns me are celebrity magazines, television with 500 channels, some guy’s name on my underwear.”

“Bizler bir yaşam biçimi saplantısının yan ürünleriyiz. Cinayet, suç, yoksulluk, bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şeyler ünlüler ile ilgili dergiler, 500 kanallı televizyon, iç çamaşırımda yazan adamın birinin ismi.”

Öykünün gelişiminde tüketim toplumunun temizlenmesi için geliştirilen hareketin isminden tutalım da (Project Mayhem – Kuraldışı) temel üretilen malzemenin ve filmin işareti olarak kullanılan nesnenin sabun (en temel temizlik malzemesi) olmasına kadar zekice tasarlanmış bir örgü bulunuyor. Ayrıca filmin en güzel esprilerinden birisi de bu kitlesel temizlik projesi kapsamında üretilen sabunların, yağ aldırma (liposuction) işlemi sonucunda atılan insan yağları ile üretilmesi. Çürümüş tüketim anlayışı ile daha belirgin bir simge bulunarak dalga geçilebilir mi bilemiyorum.

“It was beautiful: we were selling rich women their own fat asses back to them.”

“Çok güzeldi: zengin kadınlara kendi şişman kıçlarını geri satıyorduk.”

Bir noktada belki de kendi çıkarımımı yapmış olmak için zorlamış olabilirim fakat yaygın kanıya göre günümüz tüketim toplumu ve dünya iktisadi düzeninin temelinde gelecekte sahip olunabilecekler üzerine yaşattığımız umut yatar. Bir gün zengin olma umudu, bir gün daha büyük bir ev, daha iyi bir araba alma umudu. Eşyaları güzelleştirme, daha güzel olma umudu… Bu umutlar da bizi tüketime bağlayan prangalardan başka bir şey değil aslında.

“This was freedom. Losing all hope was freedom.”

“Özgürlük buydu. Özgürlük bütün umudu kaybetmekti.”

Büyük bir taşınma ile birinci dereceden yaşayarak doğruladım ki eşya kelepçedir. Eşya tüketim dünyasında araç değil amaçtır. İnsan doğası içerisinde ise yalnızca anlamsız bir tuzak. Film içerisinde en değer verdiğim iki bölümden birisi de bununla ilgili basit bir özet.

“You buy furniture.  You tell yourself, this is the last sofa I will ever need in my life.  Buy the sofa, then for a couple years you’re satisfied that no matter what goes wrong, at least you’ve got your sofa issue handled.  Then the right set of dishes.  Then the perfect bed.  The drapes.  The rug.  Then you’re trapped in your lovely nest, and the things you used to own, now they own you. It’s only after you lose everything that you’re free to do anything.”

“Mobilya alırsın. Kendine dersin ki, bu koltuk hayatım boyunca ihtiyacım olacak tek koltuk. Koltuğu alırsın, sonra birkaç yıl ne olursa olsun tatmin olmuşsundur, en azından koltuk meselesini hallettin. Ardından doğru yemek takımı. Ardından mükemmel yatak. Perdeler. Halı. Sonunda güzel yuvanda hapsolmuşsundur, ve sahip olduğun şeyler, artık senin sahibindir. Yalnızca herşeyi kaybettikten sonra herhangi bir şey yapmakta özgürsündür.”

Film içerisinde verilen mesajların, kullanılan simgelerin tümüne yakınının altına imzamı atarım fakat yine de kafamı kurcalayan bir nokta hala cevap bekliyor benim için. Film içerisinde sıklıkla değinilen çürümüş yapı için bir noktada açıkça kadınlar suçlansa da, öykü içerisindeki tek kadın, kahraman tarafından kendi sorununun özü olarak gösterilse de, film genelinde bu iki nokta haricinde erkek egemen yapı sıklıkla vurgulanıyor, dövüşlerde erkekler birbirini paralıyor ve sonucunda sorunlardan da çözümlerden de bahsedilirken erkekler kullanılıyor.

“We’re a generation of men raised by women. I’m wondering if another woman is really the answer we need.”

“Bizler kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir nesiliz. Başka bir kadının gerçekten ihtiyacımız olan cevap olduğundan şüpheliyim.”

Benim bu konudaki fikrim, biraz iyimser olarak yaklaştığımdan olsa gerek, ironik bir yaklaşım sunulmaya çalışılmış olduğu. Sonuçta insanlık temel davranış olarak suçunu başkasının üzerine atmayı yeğlememiş midir çoğu yanlışta?

.

Bunlar ve çok, çok daha fazlası için “Fight Club” herkesin izlemesi, mümkünse tartışması, irdelemesi gereken bir film. Tıpkı benzer amaçla önereceğim, belgesel olarak hazırlanmış Zeitgeist serisi gibi. Zeitgeist için de ayrı bir saygı duruşu yapacağım kesin.

Bazen eserleri keyif almak için, bazen de ilerlemek için takip etmek gerekir. Bazen sanatı keyif vermek için, bazen de ilerlemek için kullanmak gerekir.

Bazen keyif almak gerekir fakat her zaman ileriye gitmek gerekir.